Sayı: 2
15 Aralık 2018

"Her sabah uyandığımda hayata karışmak için özeI bir çaba sarfediyorum. Yüzüme taktığım maske mi gerçek, yoksa aItında sakIı oIan ve benim 'ben' demekten çekinmediğim varIık mı? Her şey sahte. Gerçekten nasıI güIdüğümü biIe hatırIamıyorum. Yüzüm, güIüşüm, bakışIarım önceden tasarIanmış, dış dünyadan korunmak için bir kabuk gibi kuIIanıyorum onIarı.
Sesime biIe dayanmam mümkün değil...
-Ingmar Bergman-
KAYIP FISILTILAR
EDEBİYAT-SANAT-FELSEFE-PSİKOLOJİ-SOSYOLOJİ
İÇERİKLERİYLE YENİ NESİL DİJİTAL DERGİNİZ.
İÇİNDEKİLER
İstediğiniz sayfaya gitmek için konuların üzerine tıklayabilirsiniz.
PSİKOLOJİK FISILTILAR
Hangi Kişilik?
Yazar: Nur Ateş
Antisosyalleri bilir misin? Hani ad olarak asosyallerle karıştırılan ama aslında işin özünde onunla alakası olmayan içinde bir psikopat yatan kişilik bozukluğu sahiplerini....
Heyecandan ayağını yerden kesen bir insanın bir süre sonra gerçekten ayağını kesecek bir canavar haline dönüşmeyeceğinden emin olabilir misin? Seni tek bir sözüyle bile delicesine etkileyen, her tavrıyla kendine hayran bıraktıran insanın, gerçek yüzünü hiç ummadığın anda güçlü ellerini boğazında hissettiğinde anlayabilme ihtimalin var desem beni ciddiye alıp dinler misin? Düşünsene; kötülükten beslenip, istediği kötülük hedefine ulaşınca senin çığlıkların arasında kahkaha atarak, orgazm sigarası yakan biriyle birliktesin ya da o senin eşin, dostun, kardeşin.
Sürekli ne yaptığını kontrol eden biriyle yaşamak sana ne hissettirir? Sence seni koruyor mu, kıskanıyor mu, aşık mı, seviyor mu? Gerçekten buna cevap verecek kadar iyi niyetli misin? İnsanlara hep tepkili, hep kızgın, hep kuşku dolu, saldırganlığa açık biri sadece “sinirli” değil de paranoid kişilik bozukluğuna sahip bile olabilir. Seni, onunla bir şeyler paylaşmaktan çekinecek kıvama getirir çünkü ''A'' desen, demediğin ''B''nin hesabını sorabilir.
Yersiz alınganlıkları ve tuttuğu kin ile seni hayattan bile bezdirebilir.
Senin için, hayatında kalabilmek için her şeyi yapabilecek biri var mı hayatında? Çirkinlik diye tanımlayacağımız şeyler bile olsa? Atacağı 3 adımın 4'ünü sana danışan, daha ötesi yalnız kalmaktan çok korkan, her adımında seni ya da başkasını isteyen biri sence uyumlu bir insan mıdır yoksa sevgi dolu mu? Belki bağımlı kişilik bozukluğuna sahiptir, bilebilir misin?

Sana ve çevreye hep uzak kalan, yanına yaklaşmadığın ya da yanına yaklaşacak tek bir ışık alamadığın kişi için belki “cool” bile diyebilirsin...
Ama onun için ne düşündüğünün, zerre önemi olmadığını fark etsen, onun hayatında arkadaşa yer olmadığını, keyfinin hiç bir zaman yerinde olmadığını bilsen sence “cool” demekle yetinir misin? Belki de öylece uzaktan şizoid kişilik bozukluğuna sahip birini izliyorsun...
Emin olabilir misin?
Kendini yeteneksiz, yetersiz, çirkin bulan ve bunu dikkat çekmek için değil de gerçekten öyle hissettiği için söyleyen, eleştirilmek ve beğenilmemek ona kabus gibi gelen ve tüm bu sebeplerden dolayı ikili ilişkilerden uzak duran biri çekingen kişilik bozukluğuna sahip olabilir.
Güzel-yakışıklı olmak için çırpınan, başarılı olma hayalleriyle yaşayan, her şeyin en iyisine sahip olmak isteyen birine, hayatında mutlaka rastlamışsındır. Belki de o sensindir...
Peki kendinden başkasının başarısına şahit olmak, ona cehennemde olmakla aynı duyguyu hissettirdiğini söyleyen biriyle hiç karşılaştın mı? Ya da seni çok sevdiğini söyleyen ama aynı fikirde olmadığınızda, gerekli desteği görmediğinde sana düşman olan, seni düşüncesiz ilan eden biri? Hayatını sadece kendi mutluluğu ve huzuru üzerine kurmuş bir kişinin, ucu kendisine dokunacak diye yaklaştığını hissettiği küçücük bir olumsuzlukta öfke nöbeti geçirişini görsen anlam verebilir misin?
Yardıma ihtiyacı olduğunu gördüğünde elini uzattığın kişinin, aslında özel bir “el” beklediğini fark etsen; “egolu” der geçer misin yoksa onun narsisistik kişilik bozukluğuna sahip olabileceğinden şüphelenir misin?
''Ya hep ya hiç!" diyen, her şey mükemmel olsun isteyen, detayın bile detayıyla ilgilenen biri tanıdık geldi mi?
Biraz daha bahsedeyim; basit bir buluşma için bile günler, haftalar önce plan yapmanızın şart olduğu ve hatta yaptığınız planınızı sıklıkla iptal eden biri... Kuralcı, inatçı, aşırı kontrolcü... Yaptığı hiç bir şeyden keyif almayan; eğlenmeyi bilmediği için eğlendiremeyen... '' Yürüyen kaygı, yürüyen öfke'' diye tanımlayacağın insan, yüksek ihtimalle obsesif-kompulsif kişilik (OKB) bozukluğuna sahip olabilir. Yaptığı hiçbir şeyin ya da verdiği herhangi bir tepkinin, kişi-kurum ve kuruluşlarla alakası yoktur; onun en büyük savaşı kendisiyledir. Ve emin ol ki; dışarıdan nasıl göründüğü hakkında aslında pek bilgiye sahip değildir, normal olan buymuş gibi hayatını geçirir.
Hep karıştırılır, söylemeden geçmeyeyim; OKB (Obsesif Kompulsif Bozukluk) bir anksiyete bozukluğudur.
OKKB (Obsesif Kompulsif Kişilik Bozukluğu) ise bir kişilik örüntüsüdür.
Karşına bir anda yürüyen, konuşan, bağıran, gülen, ağlayan, kaçan, uyuyan, yorulan insan kılığına girmiş bir ''coşku seli'' çıksa ne yapabilirsin ki? Sakin kal ve histrionik kişilik bozukluğuna sahip bir insanın neler yapabileceğini küçük dilini yutmadan izle ve yaşa... Dikkatleri üstüne çekmek için sıra dışı kıyafetler giyer, memelerini büyüttürür, saçını kabartır ama seni kendine baktırır. İlgi odağı olamadı mı? Ağlar, bağırır, çağırır sokak ortasında kriz bile geçirir. Duyguları uçucudur; her an her şey olabilir. Hayatını sanki oyuncuymuş gibi sahte davranış ve olaylarla geçirir. Arkadaşlığa da önem vermez, çünkü herkesi kullanma potansiyeline sahiptir.
Çevrende görmüşsündür; batıl inançlar peşinde koşan birini ya da birilerinden duymuşsundur “Ay Aysel abla da iyice kafayı yedi büyü falan yapmaya çalışıyormuş” diye yayılan söylentileri... İşte tüm bunların şizotipal kişilik bozukluğuyla bir ilgisi olabilir mi? Şizotipal kişilik bozukluğuna sahip insanları dinlemek biraz zordur çünkü düşünceleri uçuktur ve konuşmalarına aynı uçuklukta yansır. Doğaüstü güçleri olduğuna inanır, gerçekliğe yabancıdır. Gaipten sesler duyduğunu iddia edebilir, altıncı his saplantısı vardır ve büyüsel inançlarla hayatını devam ettirir. Size olağanüstü gelen konular hakkında onlar kafa yorar, derinlemesine düşünür ve sorgular. Sosyal ortamlar onlarda kaygı uyandırır ve yakın ilişkilerden kaçınır. Çok yakını olmayan insanlara karşı şüphecidir ve güven duymaz. Ve zaten sosyal çevre tarafından “tuhaf” olduğu düşünülür ya da dalga konusu haline gelindiği uzak durulur.
Ani duygu değişimleri, ilişkilerinde dengesiz tutum, kişileri ve maddeleri gözünde aşırı büyüten ya da tam tersi aşırı derecede önemsizleştiren; mesela dün çok kıymet verdiğini söylediği bir eşyayı bugün ayaklarını altında çiğneyebilen biri borderline kişilik bozukluğuna sahip olabilir. Borderline kişilik bozukluğuna sahip insanlar tüm bunların yanında kendini sürekli boşlukta hisseder, dürtülerini kontrol etmez; aşırı para harcayabilir, ölümcül kazalara sebep olacak şekilde araba kullanabilir, cinsellik konusunda vurdumduymaz davranabilir. Çevresine, kendini öldürme konusunda gözdağı verebilir ve tekrarlayan intihar girişimleri olabilir.

Tüm bu kişilik bozukluklarının toplumlarda görülme oranları düşüktür;
ve bazı bozuklukların oranlarında cinsiyete göre değişiklikler olabilir.
Bana kalırsa tanı almamış bir sürü kişilik bozukluğuna sahip insanla gün içinde yüz yüze bakıyoruz.“Ne tuhaf insan, ne dengesiz adam, ne görgüsüz kadın” deyip geçiyoruz.
Korkun demek istemem ama; “Korkun, aramızdalar.''
Bu yazı bilgilendirme ve örneklendirme için paylaşılmıştır; herhangi bir tanı rehberi değildir.
FİLMLERDEN FISILTILAR
İki "CRASH"
Yazar: Kayıp

Aynı isim, farklı hikayeler, benzer hayatlar...
1996 yılında Cronenberg'in Crash'i ile 2004 yılında Haggis'in Crash'i arasında her ne kadar senaryo, konu ve sinema teknikleri açısından dağlar kadar fark olsa da filmlerin adından yola çıkarak izleyici üzerinde bıraktıkları etki, harika senaryoların görsel sunumu, sosyolojik, antropolojik, etnik olarak benzeşen bir çok nokta görülmektedir.
En temel ortak nokta filmlerin adıdır; "ÇARPIŞMA"
Haggis'in çarpışması, filmin henüz başında Graham karakterinin neredeyse filmi özetleyen şu sözleri ile başlıyor;
"Dokunma duyusu yüzünden."
Bir kazaya karışan Graham ve sevgilisi arabadayken film başlar. Graham bu cümleyi kaza yaptıkları arabanın içinde kuracaktır. Sevgilisi Graham'ın ne dediğinden emin olamaz ve "Ne?" diye sorar. Graham cevap verir;
"Kalabalık bir şehirde yürüdüğünü düşün. İnsanların arasından onlara sürtünüp geçersin. Birileri sana çarpar durur. Los Angeles'ta ise sana kimse dokunmaz. Bu metal ve camların içindeyiz (otomobil). Bu dokunuşları öylesine özlüyoruz ki sırf bir şeyler hissetmek için birbirimize çarpıyoruz."
Graham 36 saat içinde birbirleriyle bambaşka hayatlar süren bir ev kadını ve savcı kocası, İranlı bir market sahibi, Meksikalı bir anahtar tamircisi, iki araba hırsızı, bir tv kanalı yöneticisi ile karısı, iki polis memuru, Koreli orta yaşlı bir çifti aynı yerde buluşturan bir tafik kazasının ortasında kuruyor bu cümleleri.
Filmi izlemeyenler için gerisini anlatmıyorum çünkü bu sahneden sonra film 36 saat geriye gidip son sahnede yine bu kaza anına ve Graham'ın arabadan indiği ana geliyor.
Cronenberg’in Çarpışması ise insan bedeninin metal ile birleşerek insan-makine melezi bir tür olduğu, bu türler arasında gerçekleşen cinsel birlikteliğin yeni sex olarak tanımlandığı bir evrende geçiyor.
1996 yapımı olan Crononberg'in filmi; J.G.Ballard’ın romanından fantastik bir dille uyarlanmıış.
Romanda ahlak kurallarını kendi inançlarıyla şekillendirip insanlara dayatan denetimci toplum düzeni tarafından davranışları kontrol edilebilir yaşam sürdürmek zorunda kalan yeni milenyumun insanlarının şiddete ve sapkınlığa doğru yönelişi bilimkurgu düzeyinde ele alınır. Film ise bilinen insan cinselliğinden tatmin olmayan ve yeni arayışların peşinden koşan insanları konu ediyor. Filmin kahramanı Vaughan’ın (Elias Coteas) gözünde trafik kazaları bir sınır tecrübesiydi. Bu tecrübe teknolojiyle bütünleşen yeni bir insan bedenini, yeni bir fetişi ve arzu nesnesini vaad ediyordu. Ne var ki, çağımızın modern orta sınıfları ahlak sınırlarına takılarak çemberini kıramayacak, kadın, erkek ve otomobil arasındaki bu cinsel birlikteliği uygunsuz bularak, iktidarsız ve tatminsiz hayatlarına devam edeceklerdi. Crononberg'in çarpışmasını kabaca böyle özetleyebiliriz.

İnsan yargıları, ahlak, dayatma, ötekileştirme temeları her iki filmin ortak noktası olarak derlenebilir.
Fakat benim açık ara favorim, Türkiye'de yayınlanmaya başlayan Çarpışma dizisine esin kaynağı olan Paul Haggis'in Çarpışma'sı. Bizimkiler tat ve doku olarak filmin yüzbinde birini yansıtamayacaklar izleyicilerine o da ayrı bir inceleme konusu olacak ama olsun. Günümüz rezil ötesi diziler arasında iyi bir prodüksiyon olarak ayrışabilecekleri bir gerçek.
Higgis'in Crash filmi; İnsanları sahip oldukları sosyal yapısı, ırkı, mesleği, gücü, cinsiyeti, zenginliği ile (maddi) kendisinden olmayanı reddeden, aşağı gören fikir ve görüş sahibi insanların bütün kötülüklerini göz önüne sererken, izleyiciyi iyi ve kötü arasında korkunç bir karambolün ortasına sürüklüyor.
Beyaz Amerika Irkçısı faşist bir polisin kendi canı pahasına siyahi bir kadının hayatını kurtarırken izliyoruz. Film bizi bir anda iyiliğin ve kötülüğün herkeste bulunabileceği gerçeğiyle buluşturuyor. Konu itibariyle çok iyi işlenen dramatik sahnelerin etkisinden kurtulmak oldukça uzun sürüyor. Özellikle iyi ve kötü kavramlarının iç içe geçirilip seyirciye sunulması muazzam bir gizem yaratıyor. Oyuncuların neredeyse tamamı başrolde. Fakat hiçbiri başrol oyuncusu değil çünkü karakterlerin ağırlığı başından sonuna kadar eşit yayılmış tüm filme.
Günümüzde kendinden olmayanı hakir gören herkesi oldukça rahatsız edecek bu iki filmi de izlemenizi öneriyorum.
Fakat izlediğim günden beri defalarca tekrar seyretme ihtiyacı hissettiğim, Irkçılık, cinsiyetçilik, sosyal sınıf ve statü gibi ayrımcılıklarına rağmen insanları birbirine bağlayan ve bir trafik kazasıyla başlayıp aynı kaza ile biten 36 saatlik bir hikayesi olan Paul Higgis'in Crash filmi bence sinemanın baş yapıtlarından...
HAFTANIN ŞİİRİ
SAMSON ve DALİLA
Heceleme beni artık Allah’ım
Bırak okunaksız kalayım.
Kaderimin hepsi pek iyi olmasın varsın
Bak, ömrüm eriyor işte
Çocukluk fotoğrafımdaki kardan adam gibi yanı başımda...
Bak, ilkokul talebesi kalbimden
Yine karne parası istiyorlar
Bir gecekonduda oturuyor kalbim oysa
Yağmur yağdıkça,
Bir gecekondunun damı gibi içine doğru ağlıyor.
Saçlarımda dolunay taneleri eriyor.
Saçlarımda bir kızılderili reisi oturmuş barış çubuğu tüttürüyor.
İsmi: Mehtapta öpüşen iki sevgili
Kalbim küs oysa, kalbim yalnız bir kovboy,
Nedense şimdi evinden çok uzakta...

Saçlarım düşler görüyor,
Rengarenk uçan balonlar havalanıyor her telinden.
Saçlarımda kiraz bahçeleri,
Salıncak kuruyor dallarına çocuklar
Hep ben düşüyorum, hep ben,
Ben: İsmim kara bereli iki çocuktan biri
Ben çocuklardan biri,
Fazla yaramaz.
Ne zaman ağlasa,
İskambil kupası damlıyor gözlerinden.
Rest diyor hep, rest. Ne demekse?
Ben çocuklardan biri,
Fazla yaşamaz
Ne bir sarmanı var okşayacak,
Ne zamanı.
Zamanı sarışın bir kedi olarak yarat baştan Allah’ım.
Bırak okşayayım...
Esirge ve bağışla beni gerçekten,
Bırak düşlerimde kaybolayım...
Bir boş beşik hikayesinin olmayan çocuğuyum.
Kanadı kırılan kartal da benim, beddua etsem.
Bir ağıt olarak yak beni Allah’ım.
Parmaklarına kına olayım hayatın.
Affet bu siyah ve transparan duayı.
Ben zaten gecenin arka cebinde falçatayım.
Didem Madak
Ahlar Ağacı Kitabından
Samson ve Dalila
HAFTANIN KONUĞU
Ingmar BERGMAN
Derleme : UfukAr

"Madagaskar'ın tarımla ilgili her şeyini ve pi sayısıyla ilgili her şeyi öğretiyorlar. Ya da cennet nedir, cehennem nedir, bütün kitaplarda yazıyor. Ama insan ruhuyla ilgili bir tek kelime öğrenmiyoruz. Hepimiz kendimiz ve başkalarının ruhundan habersiz birer cahiliz. Yarışmalarımızın ve hırslarımızın kalıntıları arasında korku, yalnızlık ve öfke dolu pişmanlıklarımızla yaşamaya mecburuz. Bir çocuğun ruhunun farkına varmasını sağlamak yeni bir dünya inşa etmektir. Çünkü kendiniz hakkında hiçbir şey bilmiyorsanız, başkalarını anlayamazsınız. Bu yüzden hepimiz cahiliz."
-Ingmar Bergman-
Karşınızda tüm zamanların en iyi yönetmeni olarak adlandırılan, yoğun entellektüel ve sembolik eserler ve karakterlerin yaratıcısı, İskandinav sinemasının en önemli isimlerinden biri olan yönetmen, yapımcı, tiyatro ve film senaristi Ingmar Bergman.
Times dergisinin 2005 yılında yaşayan en iyi yönetmen olarak nitelendirdiği, ünlü yönetmen Woddy Ellen'in "Kameranın icadından sonra sinemanın başına gelen en iyi şey." dediği, çektiği 40 film ile üçü Oscar olmak üzere Küresel Film Endüstrisinin en prestijlilerinden 8 tanesini alan Ingmar Bergman, Temmuz 1918'de İsveç Uppsala'da doğdu. Çocukluğu, Lüteryen (Lutherist Protestan) Papaz babasının etkisiyle dini eğitim veren okul ve kiliselerde geçti. Baskıcı ve disiplinli bir eğitim hayatıyla çocuk yaşta tanışan Bergman, henüz 6 yaşındaylen kendine kaçış yolu olarak filmleri ve kuklaları seçti. Hem film karelerini kesip birbirine ekleyerek film montajlaması yaparak oyunlar oynuyor,
hem de kuklaları için senaryolar yazıyor, odasında kendi kendine gösteri yaparak vakit geçiriyordu. Okula başladıktan bir kaç yıl sonra tamamen kendi eseri olan ilk kukla gösterisini de dini eğitim aldığı okulda yapacaktı.
(Brittanica-World Biography-Ingmar Bergman)
Katı, disiplinli ve dindar babasına duyduğu öfke, filmlerine şeytan karakteri ve kötü karakterli din adamları olarak yansır. Korkusuzca aile fertlerini filmlerine yansıtan Bergman, annesine duyduğu büyük sevgiyi de kadın karakterlerini öne çıkararak işler. 20. yüzyılın en önemli sanat eserlerinden biri olarak adlandırılan başyapıtı "Persona" filminde olduğu gibi genellikle kadın karakterler güçlü, erkek karakterleri ise kadınlara muhtaç olarak yansıtır.
Bergman'ın uluslararası düzeyde en iyi yönetmen olarak adlandırılmasının en önemli nedenlerinden biri onun gerçekliğe olan bağlılığıydı. Bu disiplininden hiçbir filminde taviz vermedi. Genel olarak varoluş, benlik, arayış, metafizik temelarıyla tanınan senarist-yönetmen kimliğinde aşk ve sevgi kavramları da oldukça etkili biçimde yer aldı. Bergman bu gerçeklik disiplini sayesinde tüm izleyicilerinin karakterleri özümsemesini sağlayarak sinema tarihinin en önemli isimlerinden biri olmayı başardı. İnsanlık duygularının derinlemesine işlendiği yapımları, izleyicilerin kendilerini ilişkilendirebilecekleri karakterler, konular değişirken çekim tarzının sürekli değişmesi ve yaptığı değişikliklerin sinemaya yenilik katması Bergman'ı sinemanın "Kült" isimleri arasında en başa taşımaktaydı.
(My Life in Film. Arcade 1994)

1937 yılında Stockholm Üniversitesinde Edebiyat ve Tarih okuyan Bergman kısa sürede okulun tiyatro ve sinema etkinliklerinde boy göstermeye başlayacaktır. Çocuk oyunları yazıp sahnelemektedir. Piyeslerinde Nietzche ve Moliere’den etkilendiği görülür. Daha sonra The Magic Lantern adlı Bergman otobiyografisinde kendisinin Nietzche, Strindberg, Ibsen ve Moliere hayranı olduğu kaleme alınacaktır. 1942'de, William Shakespeare'in Macbeth oyununu sahneledikten sonra yönetmen adayı olarak İsveç Kraliyet Operası'na alınır.
1946 yılında ilk filmi Kris (Crisis) ile başladığı sinema yolculuğu 10 yıl boyunca arka arkaya yazıp yönettiği filmlerle övgü duyulacak bir popülariteye ulaşmasını sağlar.
Hatta Avrupa'nın en genç sanat yönetmeni ünvanına da bu süre içinde sahip olmuştur. Kendisi Helsingborg Tiyatrosunun Sanat Yönetmeni görevine getirilecektir.
Avrupa sinemasında Bergman rüzgarı esmeye başlamıştır ve bu rüzgar onun tarzıyla, kaleme aldığı senaryolarla ve perdeye yansıttığı cesur görüntülerle güçlenmiştir ve tüm dünyayı sarmasına vesile olacaktır. Filmlerinde çocukluğundan kalan izlerin etkileri 1961 yılında çekilen Make a Movie adlı Bergman belgeselinden sonra çok daha net anlaşılacaktır. Belgeselde anne şevkatinden mahrum kaldığını, zaman zaman annesi tarafından şiddete uğradığını ve kötü çocukluk anılarının sanatına nasıl yansıttığını kendisi ifade etmiştir. Histerik yansımalarla dolu, aile içi şiddet ve insanlar arası iletişim sorunları, mistik hikayelerle süslenen varoluş konuları içeren yapımlarıyla dikkat çeken yönetmen, 1960 yılında Persona filmini çekecektir (IMDB 8.1-Google Sinemalar 8.2 Puan)
Film, ünlü bir oyuncu olan ve aniden rahatsızlanan (suskunluk) Elisabeth ve onunla ilgilenmesi için görevlendirilen hemşire Alma’nın hikayesini anlatır. Film bir anda dünyanın gündemine oturacaktır çünkü eserini baştan aşağı izleyiciye parça parça göstermeyi tercih eden Bergman, yakın çekimleriyle görsel şovunu, senaryosuyla nevrotik ve gizemli hikayesini, çekim tekniğiyle de karmaşayı aynı tepside sunmayı başarmıştır. Filmin adından da anlaşılacağı üzere İsviçreli Psikiyatr Carl Gustav Jung'un Persona teorisi bolca işlenmektedir.
Filmin detaylı analizi burada >>https://filmhafizasi.com/bergmanin-yuzleri-persona/
Jung'un teorisi adını Antik Yunan’da tiyatro oyuncularının değişik rollerdeki oyunlarını sergilemek için taktıkları maskenin adı olan persona dan alır. Analitik Psikoloji öğretisinde bireyin; toplumun ve geleneklerin beklentilerine yanıt olarak taktığı mecazi maskedir. Bir başka deyişle toplumsal “rol” kavramının karşılığıdır ve kişinin gerçek kişiliği ile toplumun değer yargılarına uygun bir kişiliğin ortak paydada buluşması ile oluşan yapay bir kişiliği ifade eder.
Kaynak: Güncel Psikoloji https://www.guncelpsikoloji.net/kisilik-kuramlari/jungun-ogretileri-analitik-psikoloji-nedir-h6216.html
Hayatı boyunca hiç intihar girişiminde bulunmayan Bergman kaleme aldığı filmlerde 13, tiyarto oyunlarında 7, pies ve kitaplarda 5 intihar teması işlemiştir. Genel olarak ölüm, tanrı (sorgulama) ve kadını masumiyet ve gücün simgesi olarak göstermektedir. Time dergisi kendisini konu aldığı ana makalesinde (Şubat 2009) İnsanın kendisini Bergman filmlerinde bulabileceğini, ağlayan karakterle ağlayıp, gülen karakterle gülmemizin sebebini perdede izlediğimiz oyuncuların şiirsel, büyüleyici alegorileri ile süslü rolleri yüzünden değil, kendi hayatımızdan kesitlere rastadığımız için olduğunu yazmıştı. "Seyirciye cevap veren değil soru soran filmler izletirdi.
Böylece seyirci cevabı kendi bulur. " diyerek bitirmişlerdi makaleyi.

1976 yılında Bergman, sahibi olduğu film şirketinin (Persona Film) vergi kaçırdığı suçlamasıyla sorgulandı ve kısa süre tutukuluk yaşadı. Bu olaydan sonra şiddetli depresyona sürüklenen Bergman, Karolinska Psikiyatri kliniğinde bir süre tedavi görecektir. Elsaesser T Gazetesine verdiği demeçte (Eylül 1995) bu süreçte intihar etmeyi bir kaç kez düşündüğünü dile getirmiştir. Klinikten taburcu olduktan sonra bir daha İsveç’te çalışmayacağına dair yemin ederek film şirketini kapatır. Almayna'ya ardından da Amerika Birleşik Devletleri'ne gider. Alman-Amerikan ve İngiliz- Norveç ortak yapımı iki ayrı projeye imza atar. Fakat ülkesine karşı duyduğu özlemle fazla baş edemez ve 60. yaşında kendisine doğum günü hediyesi olması için İsveç'e döner. 1983 yılında Oscar ödüllerine damga vuran (7 dalda aday 4 dalda ödülü kazanan) Fanny ve Alexander filmini çeker. Ardından sinemayı bıraktığını ilan eder.
4 evlilik yaşayan ve 8 çocuklu aile hayatı olan Bergman kendisiyle yapılan bir röportajda "Boşanmalarınızdan sonra vicdan azabı çektiniz mi?" sorusuna "60 yaşımda olgunluğa ulaştığım için pişmanım ama çocuklarımın anneleriyle evlenirken de boşanırken de pişmanlık duymadım. Onları asla incitmedim. Her zaman dürüst oldum. Her şeyden önemlisi onlar da benimle evlendikleri için pişman değiller. Üstelik hic sevgi göstermemek, yapmacık bir sevgi gösterisinden iyidir. Çocuklarımın anneleriyle sevgiyi ve sevgisizliği dürüstçe yaşadım." demiştir.
Tarkovski'ye göre; sinema dünyasının eleştiri sınırlarnı Bergman çizmiştir. "Dolayısıyla Bergman, filmleriyle eleştirilemez" demiştir.
Ingmar Bergman 2008 yılında İsveç'te inzivaya çekildiği Faro'da hayatını kaybetmiştir.

“Ölüm korkunç. Ölümün ardından ne geldiğini bilmiyoruz. İsa’nın şu söylediklerine, hani babasının evinde pek çok güzel oda varmış falan; ben buna inanmıyorum. Hayır teşekkürler. Ben kendi babamın evindeki odalardan kaçtım. Kendi babamdan da daha kötü olabilecek birisinin yanına taşınmak istemem. Ölüm beni açıklanamayan bir dehşete düşürüyor. Can acıtıcı olabileceğinden değil, hiçbir zaman uyanamayacağım korkunç düşlerle dolu olabileceğinden korkuyorum.”
(1994) Ingmar Bergman Filminde Ölüm
25. Kare, Sayı: 9, 71. Sayfa
YAZARLARDAN DENEMELER
FİKRET ve NİLÜFER
Hikaye: UfukAr Yazar: Kayıp
Biraz olsun sağlıklı yaşamak adına yürüyüş yapmak için kendisini her sabah Moda sahiline atıyordu Fikret. Ve ilk defa garip bir istikrar yakalamıştı kendisine göre. Çünkü daha önce spor salonlarına yazılır, hevesle üç gün salona gider, 6 aylık parayı o üç ders için ödemiş olmak koyum koyum koysa da evde televizyonun karşısında oturup saatlerce dizi izlemeyi tercih ederdi. Küçük hesapların adamıydı. "600 lira spor salonuna veriyorum ama bu sıçtığımın dijital uydu platformuna da ayda 69 lira veriyorum. Yıllığa vurunca evde televizyon izlemediğim süre bana daha çok giriyor." diyordu kendi kendine. Çünkü yalnız bir adamdı Fikret. Her şeyi kendi kendine yapıyordu. Kendi soruyor ve her şeyi kendi cevaplıyordu. Çok ihtiyaç duyduğunda kendi kendini bile övüyordu. "Aferin lan Fiko."
İstikrarlıydı sabah yürüyüşü yapma işinde çünkü 19 günde sadece bir kez çıkmadı yürüyüşe. Osman'ın intihar girişiminde hastanede kalmıştı bir gece.

Kulaklığını taktı sokağa çıkar çıkmaz. Yine kalabalıktı ortalık. Şarkı listesine kaldığı yerden devam etmeye karar verdi. Acaba hangi şarkıda uyumuştu? Kendi kendine sürprizler yapmaktan daha çok keyif alıyordu hayatın kendisine yaptığı tatlı sürpsizlerden. Karışık çal telefonunda en sevdiği uygulama olan müzik çaların en sevdiği tuşuydu. Şarkıya devam etmesi için play tuşuna basmasıyla Müslüm babanın sesi vurdu yüzüne "Çoktan değişti her şey."
Genelde kulaklığını şarkılara karışarak hayatla bağlantısını koparmak, dünyayı duymamak için takıyordu ama hayat her zaman tatlü sürprizler de yapmıyordu. Ve bazı şarkılar insanın gırtlağından tutup böyle bir anda kaldırm taşlarının ortasına gömüyordu. Müslüm babanın da durmaya hiç niyeti yoktu. "Aynı değiliz ikimiz de."
Hızlı adımlarla geride bıraktığı sokaktan çıktığı caddeye bakıp şarkıya ve Müslüm babaya hak verdi. Kimse aynı değildi. Sabahın şu köründe kimisi işe gidiyor, kimisi okula, kimisi geç kalmışçasına telaşlı, kimisi sakin, kimisi uykulu, kimisi ve geneli çok mutsuz yüzler arasından iniyordu sahile. Kendisi işsiz bir editördü. Hiç tutmayan bir kitap yazmıştı. O kadar az satmıştı ki yazdığı her şeyi unutmak istiyordu. Kağıt fiyatları yükselen dolarla birlikte kütür kütür dergilerin kapasnmasına sebep olmuştu. Çalışacak bir dergi bulamıyordu çünkü iki dil bilen herkes editör olabiliyordu bu ülkede. Yarak gibi çevirilerden oluşan kitapların mantar gibi üremesinin sebebi buydu. Zaten baba parası yemeye alışkındı. Allahtan ailesinin durumu iyiydi. Emekli asker baba Ayhan, dairelerinden gelen kiraları çocuklarına pay ediyordu. Utanıyordu bu durumdan ama yapacak bir şey de bulamıyordu. Derken sahile varmıştı bile. Durdu. Denize doğru döndü yüzünü ve derin bir iki nefes çekti. Ve Müslüm babanın sesine bıraktı kendini "Zamanın eli değdi bize."
Gülümsedi. Her şeyde zamanın eli vardı. Sabahları yürümek ve insan sağlığına olumlu etkisi diye bir şey okumuştu bir yerlerde. Teşekkür edercesine zamana dokunmkak istedi. Yenildiği, yanıldığı her şeyde zamanın eli vardı. Karşıdan tempolu adımlarla yürüyen orta yaşlı kadına bunu söylemek istedi. Kadın yanından hızla geçti gitti. Zaten herkes Fikret'in kıyısından köşesinden böyle hızla geçip giderdi. Alışkın olduğu bir şeydi insanların hiçbir şey vermeden gitmesi.
Bu kez Müslüm baba onayladı Fikret'i... "Sevgisizliğine bir kalp verdim."
Yürümeye başladı. Hızlandırdı adımlarını. Hızlandırdı. "Her şeyi al, bana beni geri ver."
Koşmaya başladı. Kaçmak istiyordu. "Bir şansım olsun."
Ne çok yanılmış, ne çok hata yapmıştı. Hayır hayır ağlamıyordu. Gözüne bir şey kaçmış olmalıydı. Bir şansı olmalıydı.
"Başka yer, başka zaman..." (...)
ALINTILAR

Sayıyorum, sayıyorum,
hiç bitmiyor güller.
Sensiz hiç bitmiyor zaman.
Belki saymayı mutsuzlar bulmuştur.
Mutsuzlar hep sayar.
Didem Madak / Işıl'a Şiirinden

İnanç ve şüphelerimiz karanlığa karşı sessiz bir çığlık.
Ve sessizlik terk edilmişliğimizin en büyük kanıtı.
-Ingmar Bergman-

Daha iyi bir insan ol ve yeni bir insanla karşılaştığında, o kişinin senin kim olduğunu bildiğini ümit etmeden önce, kendisinin kim olduğunu bildiğinden emin ol.
-Gabriel Garcia Marquez-
Yapman gereken işleri anneni, babanı, öğretmenini, din adamını veya televizyondan sana söyleyen adamı dinleyip de hayatında mutsuz olduysan, bunu hakketmişsin demektir.
Eğer can sıkıcı ve berbat bir hayat sürüp ölmüşsen, annenini, babanı, din adamını ya da size nasıl sıçacağınızı dahi söyleyen televizyondaki bazı herifleri dinlemen yüzündendir.
Ve bunu da haketmişsindir.
-Frank Zappa-


Her insan, kendi olması karşılığında topluma bir bedel öder.
Az ya da çok, ama mutlaka bir bedel. Kimse bedelsiz kendi olamaz.
Bu bedel çoğu kez yalnızlıktır.
-Murathan Mungan-
YAZARLARDAN DENEMELER
YAZMAK
Yazar: Kayıp
"Neden yazıyorsun." diye sordu. Yaşayarak öğrendiklerimi kimse anlamadığı için, yazarak anlatmaya çalışıyordum, oysa bir kalemin ucu ile dilin aynı şey olmadığını benim kadar iyi biliyordu.
Çocukken kuşlara özenirdim. Kanatların lazım olduğunu yaşarken öğrendim. Pelerin kurtarmayacaktı. Her şey filmlerde mümkündü bu hayatta. Hayatın kendisinde yaşananlar bambaşkaydı. Öğrendiğin anda bir daha asla eskisi gibi olamayacak şeyler birikiyordu? Sınırlarımı çizmeyi öğrettiler bana, yaza yaza tükenmez kalemin tükendiği gibi hislerin tükenmediğini de... Yaptıklarım, yapacaklarım, yapmaya teşebbüs ettiklerim, sürekli önüme dizildi. Sanki hepsi boşunaymış gibi hissettirdiler. İnsanlar neden hiçbir şeyle yetinemiyordu bilmiyordum Bilmeyince biraz daha masumdum. Öğrendikçe kirleniyor, yazarak temizlenmeye çalışıyordum.
Yeşile çalan ela gözlerine bakarak "Yazmadan önce de bir kalbim vardı. İçini susturamayanların kitaplarını okuyarak büyüdüm. Söylediklerim yerini bulmadı hiçkimsede. Sustuklarım bütün dünyamı kapladı. İnsanlar sadece suskunlukları sahiplenmeye hevesli sanırım." dedim.
Gülümsedi sadece. Saçları omuzlarına dökülüyordu ve çok güzel kokuyordu. Kıvrımları aklımı başımdan alan dudaklarını öpmek için yanıp tutuşuyordum. Gülümseyişi kaybolana kadar gözleriyle dudakları arasında mekik dokudu bakışlarım.
Votka kadehini kafama diktim ve yarıdan fazla kalan içkiyi bitirdim.
"Ne bu acele? Gecelik anlaştık. Çok mu kadınsız kaldın?" diye sordu bu kez.
Ben yalnız, gölgesiz, güvensiz, yürürken yüreğinin giderek katılaştığını hisseden bir adamım. Sen yumuşacık topraklara benziyorsun. Bir gün öleceğim ve son yenilgim bu olacak. Durduğum yere hapsolmuşluğum beni hayvana çevirdi. Adım atmaktan korkuyorum insanların arasında. Yeteri kadar tüketiyorum zamanı ve kendimi. Üstelik yazmak adına eskisi kadar zevk almıyorum bu durumdan. Yok etmek istediğim şeyler var. Hiçbir iz bırakmak istemiyorum yok ettiklerimden. Zaman nankör ve dünyanın tek gerçeği olan zaman akıp giderken ben bu dünyada istenmeyen bir misafir gibi hissediyorum. Melek değilim. Değilim ki istediğim zaman Tanrı'nın huzuruna çıkayım. Yoksa ne işim olurdu bunca pisliğin ortasında? İyi şeylerin olmasına ihtiyacım var ve sevişmek iyi bir şey. Seviştikten sonra seviştiğin o bedene sarılıp uyumak daha da iyi bir şey. Ruhunu alıp, bir kuşun boynuna asarak onunla uçmasını sağlamışsın gibi... Üstelik ayakların dünya denen bataklığa saplanmışken.
Bunları demek istedim ama demedim çünkü elbisesinin askısını incecik parmaklarıyla indirmişti bir omuzundan ve davetkar bir bakışla kalp atışlarımın hızlanmasını sağlamıştı çoktan. Vaktim yoktu konuşacak.
"Kadınsızlıktan değil. Sadece çok güzelsin." dedim.
Gözlerini kıstı. İsterik bir gülücük yayıldı yüzüne. Yavaşça yaklaşıp dudaklarımı öptü.
Çünkü yaşayarak öğrendiğim en önelmi şeylerden biri "insanlara duymak istediklerini söylediğin sürece, her şeyi yaptırabileceğin olmuştu." gerisini yazmak yaşamaktan ve öğrenmekten çok daha kolaydı...
(bitti)
KISA FISILTILAR
SORUN
Yazar: Haluk
