01.12.2019
İnsanların bakışarak birbirine sarılabileceğini, Hasan Ali Toptaş'ın Kuşlar Yasına Gider adlı kitabında okuduğum "Babam pencerenin dibinde, dirseğini yastıklara dayamış, sessizliğin içine bırakılan başka bir sessizlik gibi öylece oturuyordu. İçimden kalkıp babama sarılmak geçti aslında ama yapamadım bunu, baktım sadece. O da bana baktı gözlerini hiç kırpmadan. Yaklaşıp elini öptüm. Ağzı birazcık aralandı ama konuşmadı, nemli gözlerle yüzüme bakıp üst üste başını salladı sadece." sözleriyle bir kez daha öğrendim dün gece.
İstanbul'dan Antalya Kaş'a gidip dönerken yolda okumak için almıştım bu kitabı. Kafamı dağıtmak için herkes gibi kitaplara ve şarkılara sığınıyordum. İşler kötü gitmiyordu artık çünkü batmıştım. O güne kadar eş dostla ne zaman işlerden konuşsam "Ben battım yeteri kadar. Her riski göze alabilirim." diyordum ticaret hayatına dair. Öyle değilmiş. Gerçek ve bilmek çok keskinmiş. Yazdığım kitabın içindeki karakterlerden en kendime benzeyenin hayatından kesitler anlatırken her satırına kazıdım bunları. Gerçek kabullenmek ister. İnsanı başlı başına savaş alanına çevirir gerçekler. Gerçeğe itiraz etmek, yer çekimi yokmuş gibi havaya ateş etmektir. O mermi düşer. Ben de öğrendim ki her riski göze alabilmek, hiçte öyle konuşulduğu kadar kolay değilmiş. Gerçeklerden çok hayalleri tercih eden biri olma sebebim budur belki. Dönüp dolaşıp hayalleri değil hayatı yaşadığımı mutlaka anlarım. Ve bir dükkanın kapısının üzerine binbir hayalle asılan tabelanın, o hayaller yer ile yeksan olduğunda sökülmesine şahit olmaktan, bu hayatı yaşamanın daha zor olduğunu bilirim.
Utanarak gittim ustaya. Utandım çünkü "Olmadı usta, yürütemedim işleri. Battım." demekten çekinmemin sebebi; o tabelalar asılırken ustanın bana "Burada bu işi yapıp batan adam salaktır." demesiydi. Üstelik haklıydı. Koskoca Kaş'ta başka usta olmaması hayatımdaki lanetlerden biriydi işte.
Çünkü o ustayı çağırmak zorundaydım. Mecbur kalmak ve maruz kalmak aynı şeyler değildir. İkisi de birbirinden daha berbat hissettiren şeylerdir ve ben ikisine de kalmıştım. Bu yüzden otobüs yolculuğum boyunca ihtiyacım olan şey hayranı olduğum rahmetli Yaşar Kemal'in kalemini yaşattığına inandığım Hasan Ali Toptaş'ın romanını okumaktı.
Kitabın her sayfasında aklıma Hüseyin ağabeyim ve babası geldi. Kitaptaki ana karakterin yerine Hüseyin ağabeyi oturtmuştum. Karakterin kaleme alınan öyküsünü bu hayatta yaşayan insanlardan biriydi Hüseyin ağabey. Sanki yazar Hüseyin ağabeyden ve rahmetli babasından esinlenmişti. Hüseyin ağabey kırgındı babasına. Yine de büyük saygı duyuyordu rahmetli Ahmet amcaya. Ve ne kadar kırgın ya da kızgın olsa da; babasına ufacık dahi olsa saygısız bir tavır sergilemiyordu. Bile isteye kaçınıyordu bundan.
Babasının ani vefatının haberini alınca birlikte gittik Ankara'ya. Haberi aldıktan sonra hemen yola çıktık. 4 saat boyunca ağzını bıçak açmadı. Asker olmasının verdiği bir güçlü görünüş vardı ve bunu da yol boyunca hiç kaybetmedi. Sadece Bolu tünelini çıkışında bir tesisin tabelasını gösterip "Şuraya gir de yemek yiyelim Kayıp. Oralarda yemeye içmeye vakit ayıramayız belki." dedi.
Cenazede de dağ gibi ayaktaydı. Yıkılan üç kardeşini ve annesini de onca duygu patlaması arasında dirayetle idare etmişti. Ertesi gün yine birlikte İstanbul'a dönmek üzere arabasına bindik. Direksiyonda oturuyordum. Araba sürmeyi sevmiyorum çünkü uzun yolda aynalara bakmak dışında gözümü asla yoldan ayıramam. Hüseyin ağabey de sağımdaki yolcu koltuğundaydı ama yine de hareketlerini görebiliyordum. Evlerinin olduğu sokaktan çıkmak üzereyken, cenazede ceketinin yakasına iğnelediği rahmetli Ahmet amcanın siyah beyaz fotoğrafının orada olduğunu fark etti. O da yola bakıyordu. Yola bakarken sağ eliyle sol yakasından fotoğrafı aldı. Baktı, baktı, baktı...
Fotoğrafı öptü.
Vites kutusunun önünde duran peçetelerden bir tane alıp gözlerini sildi. Matematiğim kötüdür benim. İyi olsaydı, size Hüseyin abinin o an 4 ton üzülüp, 10 gram ağladığını ama arabaya 500 ton bir yük bindirdiğini anlatırdım. O da gözlerini peçeteye sildi işte. 44 yıllık babasının bir fotoğrafını öperek sevebildi. Matematik bilimi şu hayatta her şeyi ama her şeyi ölçebilir. Bir tek acıyı ölçemez. Ama ortalığa saçılan peçeteler ölçebilir... Otoparka koyduğum arabanın içinden uzun yol çöplerini alayım derken, Hüseyin ağabeyin koltuğunun önünde buruşturulmuş bir peçete gördüm.
Bir de Ahmet amcanın resmini. Bütün hesaplaşmasını yolda bitirmişti demek ki.
Bir öpücük, iki damla göz yaşı... Kürekle mezara toprak atması dahil... Bitmişti işte hesaplaşma.
Yaşamaktan korkmak mı, ölmekten korkmak mı? İnsanı var eden korku hangisi? Yaşamaktan korkulmuyorsa neden intihar ediyor insanlar? Ölümden korkulmuyorsa neden sevgisini gösteremeyen insanlar bir fotoğrafı öpmek zorunda kalıyorlar? Cevaplarını bilmediğim sorular bunlar.
Ben sadece yaşıyorum. Ben sadece yaşamaktan korkarak yaşayan insanlardanım. Çünkü korkular insanı her şeye iter. Ya insanın içinde cesur bir savaşçı peyda olur ve savaşır ya da teslim olmaya, vazgeçmeye, kaybetmeye alışmış bir korkak olarak sürünür şu hayatta. Bir de eğer şanslıysak kahramanlar çıkar karşımıza. Korkularımız başta olmak üzere her şeyle savaşımız da yenilsek de yensek de yanımızda olur bu kahramanlar. Ve mücadele edemeyeceğimizi anladığımızda kaçıp sığınacağımız bir sığınak... Bu yüzden insan insanın hem savaşıdır, hem savaş yeri, hem de sığınağı...
Ben direniyorum. Ben şanslı insanlardanım. Bir kahramanım var. Kendimi var etme savaşım yaşamak ve ölüm arasındaki korkular değil artık. Işığımı hiç kaybetmemek...
Çünkü zaten herkes öyle ya da böyle var bu hayatta. Çerden çöpten de olsa adını "amaç" koyarak bir sebep buluyor yaşamaya. Başka türlü var edemiyor kendini. Oysa varız. Kalbimizdekilerle ve aklımızdakilerle yansıyoruz bu dünyaya. Bazen düştüğümüz yere dirseğimizi yaslayıp, bazen boşlukları bile tutup var olmaya devam etmeye çabalıyoruz. Korkularımızla varız. Bir kedinin başını severken, bir insana sevgi beslerken, trafikte birine yumruk atmamak için kendimizi tutarken, biriyle öpüşürken, birinin bakışına aşık, bir başkasına nefretle bakarken, bir dokunuşla iyi hissederken, bir kitabın alelade bir cümlesinde kendimizi bulurken, daha akıllıca ya da daha aptalca şeyler yaparak varız. Küçücük dünyamızda bir köşeye oturup sadece iki lokma ekmek, iki zeytin yerken, yanında bir bardak çay içerken de varız. Kendimizi bir yere kapatıp hüngür hüngür ağlarken de, öfkemize yenilip birilerini ya da camı çerçeveyi kırarken de...
Bu dünyada ölü insanlar bile varlar. Yaptıklarıyla varlar, yapamadıklarıyla da varlar onlar. Özlendikleriyle ve hatırlandıklarıyla... Dedemin eski evinin sokağından ne zaman geçsem yıllar önce yıkılmış o köhne evin bahçesindeki otların sesi gelir kulağıma. Çocukluk hatıralarım gelir. Sırf ben iki çubuk dikip çadır yaptım diye büyük annemin yıllarca bahçeden kaldırmadığı yosun kokan sarı branda... Dedem bu dünyadan gideli 16, büyük annem gideli 11 yıl oldu. Oysa ben o semtten ne zaman geçsem, zihnimde beliren ve içimi parçalayan bir kıymık yığını gibi özlemle varlar bu hayatta. Hâlâ...
Peki ya birileriyle var olamamak? Bir anneyle, bir babayla, dostla ve aşkla ya da yar ile var olmamak... Kimileri de yalnızlıklarıyla vardır işte bu dünyada. Gidenlerden geriye kalanlarla yaşamaya çalışarak vardır onlar. Yukarıda saydıklarımın hiçbiriyle kıyaslanamayacak kadar farklı bir şey bence bu. Hüseyin ağabey artık babasız vardı bu hayatta. Şimdi ben de Hüseyin ağabeysiz...
Eğer bu hayatta varsan, kaçışı yok öğreneceksin ki; düşmekte var bu hayatta kalkmakta. Düşerken ve kalkarken hissettiklerindir seni sen yapan. Gerçek olan yaşamak ve ölmek. Kaçamayacağın tek gerçek bu. Bileğini kesip kesmemek sana kalmış çünkü hangisinden kaçarsan kaç ötekine düşeceksin. İnsanlar bilmediği için böyle saçma sapan hayatlar yaşıyorlar. Gerçeklerden kaçıyorlar. Kendilerinden... hayatlarından...
Bunca sahteliği başka türlü nasıl anlatabilir ki matematik? Acı çünkü bu...
Hasan Ali Toptaş üstadımla başladım madem, Hüseyin ağabeyimin bana 2000 yılında hediye ettiği Bin Hüzünlü Haz adlı kitabın, yazarın kendi derlemesiyle değiştirdiği ikinci serinin içinden 10 sene önce defterime not aldığım cümleleriyle bitireyim.
"Ne zaman korktuğum bir durumla karşı karşıya kalsam içimin bir köşesinden diğer köşesine, çılgınlar gibi palas pandıras koşup duran, düşen, yuvarlanan bir çocukla karşılaşıyorum. Canımı dişime takıp kalkıyorum ve yeniden, yeniden, yeniden yıkılıyorum. Her defasında, yıkılırken çocuk oluyor, minicik ellerimi yere basıp kalkarken de, inanılmaz bir hızla büyüyorum. Büyükler korkmaz derdi babam.”
Comments