http://cinnetmahallesi.blogspot.com/2020/02/murat.html yayına ithafen...
21.,02.2020
"O günün sonunda, üst üste binen sorunlarımdan yine bütün gece içerek kaçmaya çalışmak adlı yanılgıya düşüp, uykuya dalmak istemiştim. İnsanın dörtte üçü su mu yoksa yanılgı mıydı bilmiyordum. Şehir kalabalıktı. Market kalabalıktı. Sıkıntılarım, buhranlarım daha da kalabalıktı. Ama ben yalnızdım. Öyle akşamlarda da 6 kutu Tuborg Goldun üstesinden gelemeyeceği şey yoktu. Marketten aldığım biraların parasını ödemek için kasaya doğru ilerleyen sıraya girdim. Kasiyer kadın her zamanki gibi hızla çalışıyor, ürünleri önündeki cihaza okutup yazar kasaya fıtı fıtı bir şeyler giriyordu. Ben kasa etrafındaki sakızların ve tıraş bıçaklarının olduğu standlara bakıyordum. Ambalaj vasıtasıyla kalitesizliğe takılan maskelerin olduğu reyonun önünde insanların da maskelerini aynı sebeple yüzlerine taktıklarını düşünüyordum. Sıra benden önceki müşteriye gelmişti ve kasiyer önümdeki müşteriyi "Hoş geldiniz güzel sesli bayan." diyerek karşıladı. Arkasında olduğum için, daha doğrusu etrafımla değil de sakızla, jiletle, dertlerimle meşgul olduğum için, önümdeki kadını fark etmemiştim. Kasiyere muhteşem gülümsemesi ile "Merhaba, kolay gelsin." dediğinde gördüm ilk kez kendisini. Şimdi sevgilim, ruh eşim, her şeyim olan ve içeride mışıl mışıl uyuyan karımı... Oysa hiç havamda değildim. Hatta o Kasım sabahı evden çıktığımda güzel havayı derin derin solumuş ve kendi kendime "Ölmek için de aşık olmak için de ne güzel bir hava." demiştim. Henüz fiziken hiç ölmemiştim ama duygusal ölüm tecrübelerime dayanarak ikisinin de aynı şey olacağını düşünürdüm. Ruh halim; gülüşü, sesi, bakışı, kokusu ile bir kadının değil de bir kamyonun çarpması için daha uygundu o vakitler. Ben nereden bilebilirdim ki her şeyden bir bir ümidimi kesmişken karşıma çıkan bu kadının bir anda mucize gibi ömrümün en önemli miladı olacağını? Sonra defalarca aynı şeyi söyledim kendime. "Ulan!" dedim "İyi ki kamyon çarpmamış o gün, iyi ki karımın yüzündeki gülücüğe çarpılmışım." İnsanların olan bitenlere ve hatta gözünün tam önündeki şeylere geniş bir açıdan bakamamak gibi bir problemi vardı. Kasiyerle konuşan güzel sesli kadının sadece sesi güzel değildi. Gözleri, bakışları, gülüşü, ağzı, cüzdanından para çıkartırken fark ettiğim küçücük elleri, parmakları... her yerinden güzellik dökülüyordu kasanın etrafına. Kasiyer kadın öyle bir güzelliğe bile bütünüyle bakmayı bilmiyordu, ben de henüz 5-6 saniye önce aşık olduğum kadına öküz öküz baktığımı...
Kasiyer bana "Hoşgeldiniz." dediğinde kendime geldim. "Hoşbulduk." dedim. "Nasılsınız?" diye sordum. İnsanlarla iletişim kurmanın ilk kuralı kibarlıktı ve ben kibar olmayı inşaat işçisi babamdan öğrenmiştim. Giderek sığırlaşan insanımızın sergilediği kaba davranışları, kendilerine hak gördükleri bir çağda yaşıyordum. "İyiyim teşekkkürler, siz nasılsınız? Soyak Market kartınız var mı?" diye sordu kasiyer de bana. Ben o esnada elinde poşetlerle kapıdan çıkıp giden ve olduğu yerde dururken, gülerken, marketten aldıklarını poşetlerken ve kapıdan çıkıp giderken bile etrafına güzellik saçan, kalbimi yerinden hoplatan güzeller güzeli kadını kesiyordum. Büyülenmiştim. "İyiyim teşekkür ederim." diyerek market kartımı kasiyere uzattım.
Aslında İyi değildim... Çok yorgundum. Ardı arkası kesilmez hayal kırıklıklarından yorgundum. Ardı arkası kesilmez borçlarımı ödemek için çalışmaktan yorgundum. Çünkü insan yorulur. İnsan dediğin, ölene dek durmadan yürüyemez, ölene dek ayakta duramaz, ölene dek oturamaz, hatta henüz ölmemiş ise ölene kadar uyuyamaz. Öyle olacakmış gibi gelebilir belki ama ölene dek aynı şeyi yiyemez, ölene dek gülemez, ölene dek ağlayamaz. İnsanın ölene dek elinden gelebilecek tek şey sevebilmektir ama onu da beceremez. Bu yüzden insan, kendi zavallılığının farkına varamadan ölen tek hayvandır. Fakat benim az önce önümde duran kadınla tanışmadan ölmeye hiç niyetim yoktu." -*-
İşte böyle anlattı Murat abi aşk hikâyesini. İlk görüşte, yani oturduğu sitenin marketinde gördüğü an aşık olmuş karısına. Ben Kaş'a gelmesem, tatilimi üç gün uzatmak için ucuz otelleri aramasam, bana Murat abinin eşiyle birlikte işlettiği kampı öneren taksiciyi dinlemesem, mutlu aşk nedir hiç bilemeyecektim. Bir sonraki sene de tatilimi burada geçirdim. Bu sene de; işte yine kampın kütüphanesine doğru giden bahçede oturmuş Murat abi ile sohbet ediyorduk. Bu kamp yerinin sahibi olan ve aynı zamanda "hayalimizdi." diyerek üç sene önce burada yaşamaya başlayan karı kocanın aşk hikayesini, yazmak istediğim öykü kitabının içinde yer alacak en güzel öykülerden biri olarak kaleme almak istemiştim. Murat abiyi dinliyordum. Kızı mutlu mutlu etrafımızda dönüp dururken psikolog olan eşi de günün yorgunluğunu atmak için içeride uyuyordu. Murat abi bir anda bana "Niye yalnızsın?" diye sordu. "Sen çok iyi bir çocuksun." dedi ve ekledi "Bu yüzden mi yalnızsın?" Sanki iyi insan olmak, kötü insanlardan korunmak için bir kalkan olabiliyordu... Biramdan bir yudum aldım. "Herkes senin kadar şanslı değil Murat abi." dedim. "Sen pırıl pırıl bir insana denk gelmişsin. Dediğin gibi bir mucize olmuş, yengem de seni sevmiş. Ben henüz böyle seninki gibi bir mucizeye denk gelemedim. Ben artık iyi insana bile denk gelemiyorum be abi." Şişesini tokuşturmak için uzattı ve bir kaç büyük yudum aldı birasından. Karşımızda bungalovların önündeki çimenlerde oynayan kızına daldı gözlerimiz. Annesini ve babasını çok seven, misafirlerle de kolayca kaynaşan bir kız çocuğuydu Nisan. Aşkları bir Nisan günü başlamış. 21 Nisan... O tarihi her yerde yaşatmak istemişler ve kızları olunca da adını Nisan koymuşlar. Oğulları olsaymış Ali ismini vereceklermiş. Murat abin küçükken, ölen ağabeyinin adını... Annesini uzun süre sadece hastane koridorlarında görmüş Murat abi. Ali ağabeyi o korkunç kazadan saniyeler önce, sadece annesinin elini değil, hayatla olan bağını da bırakmış aslında. Anlatırken, gözleri uzaklara daldı Murat abinin. "Annem elimizi hiç bırakmazdı bizim."
Üzerinden 30 sene geçmesine rağmen muazzam bir şaşkınlıkla söyledi bunu. "Nasıl oldu da izin verdi?" Komanın ne demek olduğunu öğrenmek için çok küçükmüş daha... Ve ölümle biten bir son görmek için... Birisi giden, diğeri ardından kalan iki küçük kardeşin böyle bir son tatması çok ağır gelmişti bir anda bana. "Başıma gelse hiç üzülmezdim ama abimin başına gelmesi beni çok üzmüştü." diye devam etti Murat abi. 6 yaşındayken kaybettiğim plastik top için üzüldüğüme 25 yaşında utanacağım aklıma gelmezdi. 350 gün boyunca, annesi ve abisi eve birlikte gelsin diye inandığı en büyük varlığa, Allah'a dualar etmiş durmuş. Bakmış abisi uyanmıyor, annesi eve gelmiyor, o da susmuş. Uzun süre konuşmamış. Uzun süre ağlamamış. Uzun süre anlatmamış. Çünkü en çok da kendisi anlayamamış yitirmekle kavuşmak arasındaki çizginin inceliğini. Çok sonra bir gün, kelime hazinesinde ne kadar küfür varsa dökmüş hıçkıra hıçkıra. Hedef belirlememiş, bildiği, tanıdığı ne varsa isyan etmiş. Ağlamış, ağlamakla da dindirememiş özlemini, acısını. Bazen inkar etmiş, bazen kabul etmiş, bazen de ısrar etmiş, olmamış... Murat abinin bir acısı da; annesini yüzünün gülüşünü bir daha hiç görememek olmuş. Ve sonunda kaçınılmaz duyguya kapılmış gitmiş; nefret etmiş her şeyden. Annesi eve dönmüş. Küçük Murat çok sevinmiş. Sevinen çocukların ne yapacağını unutmuş garibim. Çıkmış bahçede koşmuş deli gibi. Kaybettiği zamanı geri alabilmek için koşmuş. İyi bir şeylerin olacağına inanmak gibi, henüz yedi yaşında bir çocuğun olmaz denilen şey olacakmışçasına inandığı gibi... herkesi mutlu edebilecek bir şey o anda olmuş gibi... Ali uyanmamış. Annesi hiç gülmemiş. Murat abiye de bildiğim en yavaş intihar kalmış... yaşamak bu hayatı. Unutsa her şey kolay olurdu belki ama her ölüm, Ali abisinin acısını yaşatmış ona. Doğum, ölüm yolculuğunun başlangıcıdır. Geri kalan her şey, doğanlar için yaşamaktır ölene kadar. Zaman her şeyi eksilterek geçer ömürden. Birilerinden daha az, birilerinden daha çok eksiltir. Buna rağmen birilerini üzersin, birileri de seni üzer. Kimi senin için üzülür. Sen bu üzüntülerin hepsinden itinayla nefret edersin. Ölene kadar bir çok gece, bir çok sabah biriktiren insanları ve o gecelerde, o sabahlarda çok insan tanıyanları anlar, bir zaman sonra da gördüğün hiçbir şeye şaşırmazsın... Bütün olan biteni olağan zannedersin... Ve ciddi ciddi bir gün her şeyin normalleşeceğini... Bunları düşündükten sonra;
"Unutsak hepsi geçecek aslında. Annen o kazayı unutsa belki biraz gülümserdi." dedim bir anda.
Murat abi gülümsedi.
"Evet, haklısın." dedi. "Her şeye alışamıyor insan. Bari unutsa..."
Murat abi küçücük dünyasını, karısı ve kızının sevgisiyle donatmış. Böyle dindirmiş acılarını. Çocuk yüreğiyle çok özlediği annesinin gülüşlerini aşık olduğu kadının ve kızının gözlerinde yaşatmış.
"Ağabeyim öldükten sonra, o markette aşık olduğum kadına rastlayana kadar, başıma neler geldi neler... En yakın bildiğim arkadaşlarım öldü farklı zamanlarda. Amcam öldü. Hediye ablam öldü. Ben öyle durdum bu hayatta. Aç kaldım, susuz kaldım, parasız pulsuz kaldım ama öylece durdum. Bir süre bu dünyada hiç mutluluk yokmuş gibi durdum. Otomobil icat edilmemiş, sanki abim annemin elini hiç bırakmamış, amcam kanser olmamış gibi yaşamaya çalıştım. Yok sayınca yok oluyormuş gibi. Olmadı tabii.
Katlanamam dediğim ne varsa katlandım. Sustum sonra bende. Ağabeyimin kırmızı yanaklarını unutana kadar susmaya karar verdim. Çocukluğumdan beri her seferinde, aldığım kararlarla bir güzel dalga geçti bu hayat. Unutmadım hiçbir şeyi. Alışamadım da... ama aşık oldum karıma Soyak Markette.
İçimdeki tüm izleri sevdi. O sevdikçe iyileştim. İyileştikçe sevdim o kadını. Hiçbir şeye alışmak zorunda olmadığımı öğretti bana beni severek. Kendi yüklerini gösterdi bana. Bu hayatta nasıl kalınır, bunca yük nasıl taşınır, karımdan öğrendim ben. Onu yaşayarak öğrendim. Ve onu yaşayarak yeniden hayal kurmayı başardım. Gülmeyi ve gülümsemenin güzelliğini keşfettim yeniden... Mutlu olmayı, mümkün olduğunca mutlu kalmayı öğrendim karımın aşkıyla. Kaybettiklerini yaşatmayı, mezar taşlarını sevmeyi, iyi ve kötü anıları tanıdıkça hep iyilerini biriktirmeye çabalamayı..."
Yine uzaklara dalan gözlerini yüzüme çevirdi Murat abi. Gülümsüyordu gözleri.
Murat abinin aşk hikayesini kitabıma öykü olarak yazmak niyetiyle çıkardığım defterimi ve kalemimi, ölen ağabeyin bıraktığı acısıyla başlayan yaşam öyküsü olarak yazacağından haberim yoktu o esnada. Hayat sürprizlerle doluydu nihayetinde. Üç saat kadar anlattı ağabeyiyle hatırladığı anıları, sonra aşkını, sonra kızını ve hayallerine adım adım nasıl ulaştıklarını. Kaybettiklerini ve kaybettiklerine rağmen hayattaki zaferlerini...
O gece Murat abilerin kampındaki Bungalov odama geçip notları toparlamak üzere defterimi açtım. Kalemi tekrar aldım elime ve yazmaya başladım.
-*-
Ali'm...
Pikniğe gitmiştik Hasan amcalarla birlikte hatırlar mısın? Ormanda ağaçların arasına saklanmıştın da ben de seni arıyordum bıcırık bıcırık. Seni ararken arkamdan yaklaşmış, elindeki kurbağayı önüme atmıştın. Nasıl da korkmuştum. Ne zaman kurbağa görsem korkudan titriyorum hâlâ. Kardeşin bir psikoloğa aşık oldu. Özetle diyor ki karım "Bilinç altımın ağzına sıçmışsın o gün."
Keşke anneme şikayet etmeseydim seni. Keşke annem beni korkuttuğun için terliğini kıçına kıçına patlatmasaydı. Keşke annem seni terlik manyağı yaptıktan sonra bahçede ağladığını görmeseydim. Duvarların üstüne tırmanmayı çok severdin sen. Keşke o tırmandığın son duvardan öteki tarafa değil de bizim tarafa atlasaydın Ali'm... beni annemin sensizliğine mahkum etmeseydim. Annemle el ele geleceksiniz diye beklerken pencerelerde çok gün görmüşüm ama matematiğim 10 dan yukarı saymaya yetmediği için aklımda 0 kalmış Ali'm.
Sıfırın matematikteki yerini sen bana anlatmıştın ilk kez. Ne kadar sevinmiştim lan, hatırlıyor musun? Muazzam bir rakam. Sıfır! Biliyor musun, en gerçek sayıymış Allahın belası sıfır? 5 yaş zekâmın, senin kaç gün direndiğini hesaplamaya yetmemesi ve yetmese bile her gece senin annemle birlikte geleceğine inanmam... Sen gelmedin ya annemle... Elde kaldı mı sıfır? Meğer ne numaralar varmış orospu çocuğu sıfırda... Bugün senden kalan fotoğrafları gösterdim bir misafirimize. Genç bir velet, işi gücü bırakmış yazar olacağım da aşkını kitaplara yazacağım abi diye etrafımda geziyor. Seni anlattım Ali'm. Sonra fotoğraflarına baktık hep birlikte. Güldük yine. Hanı babama özenip anneme aldırdığın tırışkadan gömleğin yakasını açıp, babamla boy yarıştırmak için parmak uçlarında dikilip kendini uzun boylu göstermeye çalıştığın ama fotoğraf çekildiği anda yüzünün sanki sıçıyormuş gibi göründüğü... Çok güldük yine. Çok gülüyorum Ali'm. Karımla gülüyorum. Kızımla gülüyorum. Seni hatırlayıp gülüyorum. Karım beni O kadar çok seviyor ki seni benim kadar tanıyor. Buna da gülüyorum. Çok seviyorum ben de onu. Dünyasında yeri olan herkesi tanımak istiyorum ben de. Sevdiği herkesi çok sevip, nefret ettiği herkesten ve her şeyden ölümüne nefret etmek istiyorum o beni ve seni de seviyor diye. Sayemde bir sevenin daha var köftehor. Çok şanslı bir adamsın. Dünyada en güzel yürekli kadının yüreğinde de yerin var. Bak buna da gülüyorum... Çünkü kardeşin çok mutlu Ali'm. Ne yapsın ki başka? Kardeşin, kendisine mutlu bir yaşamın kapısını açan karısına ve kızına mutluluk katmaya çabalamaktan başka hiçbir şey yapmıyor. Tıpkı babamızın anamızın yaptığı gibi. Anamız demişken... Annem sana sen uyurken de çok baktı. Dönmedin de en çok o kaldı senin arkandan geride. En son elini bıraktın da gittin diye bir daha hiç kimsenin elini tutmadı Ali'm. Seninle öldü de benim yüzümden yaşadı diye kızma ona. Babama da... bana da... oğlumuz, abimiz, en sevdiğimiz öldüğünde nasıl yaşanır, nasıl ölünür hiçbirimiz bilmiyorduk ki daha... Ben zaten çocuktum Ali'm, nereden bileyim? Soruyordum herkese, kimse bilmiyordu ağabeyi ölen çocukların ne yapacağını. Geçen rüyamda gördüm yine seni. Ormanda ağaçların arasından fırlamış, kırmızı minibüsümüzün önüne atlıyordun. Hani hep hayalini kurduğumuz... karıma kırmızı ruj, kızıma kırmızı yanak nasıl yakışıyorsa bana da hayalini kurduğumuz kırmızı minibüs çok yakıştı Allah çarpsın.
Neyse rüyama döneyim; atladın önüme ağaçların arasından, dedin ki "Nereye gidiyorsun Murat, gitme de annemden 1 lira iste. Tadelle alıp bölüşelim."
Hiç mi değişmeyeceksin olum sen? Değişme. Sakın değişme. Nerede kaybettiysek orada bulalım seni diye çok çırpındık biz. Tadelleler, çikolatalar, şekerler, kekler, kurabiyeler senin köpeğin olsun. Annem senin yanındayken, çocuk kalbimle bekleyip durduğum ve ziyan olan zaman da umurumda değil. Bir tek şey var aklımda kalan, keşke uyanıp gelseydin de Ahmetlerle top oynadığın sahaya birlikte yürürken bana öğrettiğin şeyler gibi, koma ne demekmiş anlatsaydın.
Ben uzun süre seni başka bir şehirde, başka bir ülkede sandım. "Murat, Ali abin nerede?" diye sordular "Komaya gitti, yakında gelecek." dedim herkese. Rezil oldum lan el aleme... Onu bunu siktiret be Ali'm... sen asıl yeğenin Nisan'ı görmeliydin. Nasıl güzel büyüyor. Beni biliyorsun, babalıktan çok korktum uzun süre. Bilsem bir tane daha Nisan doğacak, karıma hiç yük olmam bir tane de ben doğururum yeminle. Çok özlüyorum seni bazen Ali'm. Bu vaziyeti de pas geçemem. Çünkü seninle hepi topu 7 sene yaşadık birlikte. İlk üç yılı hafızamda yok. Son 2 yıl 1 ay 21 gün de sen Komaya gitmiş, bir daha da dönmemiştin zaten. Bu kardeşlik ne boktan bir bağ ise; bize kalan o bir senede yaşadıklarımızı hep çok özlüyorum ben. Annemin ve babamın tabutları da senin özleminle çok ağırdı zaten... 28 sene geçti üzerinden. Yokluğunun ve bunun ağırlığının altından kalkmaya yetmiyor hâlâ gücüm. Yani zamanın şekli, ekseni, hızı tartışılabilir. Duygunun yeri, gücü ve hissettirdikleri de... Senin için duran günler, seni hatırladıkça benim için de kazık gibi çakılıyor yedi yaşıma, yerinden de kımıldamıyor Ali'm. Ne zaman seni hatırlasam, annemin gülüşüne, babamın yaktığı bir sigaraya saplanıp kalıyorum. Bugün de işte öyle bir gün. Kusura bakma, seni de rahatsız ettim. Karımı, kızımı, kırmızı minibüsümüzü ve seni çok seviyorum Ali'm. Arada rüyama gel. Tadelle alır bölüşürüz birlikte...
Comments